Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Ağustos 2011 Pazar

türkü

Bir türkü içimi yaralayan,
Türkü bahane, türlü türlü acılarla yara şeklinde gezen insan...
Her insan en büyük acıyı çekerdi, bu bir klişeydi,
bir türküydü bütün bunları hatırlatan...
Aşk hakkında yazardı onlar, sevda hakkında...
Aşk acısı neydi ki yara şeklinde gezen insanın yanında...
Açık yara gibiydi insan.
Yarayken tuz serperdi diğer yaralara...
Yaralandıkça daha çok yaralardı...
Bir türküydü bunları bana hatırlatan...
Türkü belki saçmaydı, 
İnsanlar belki saçmaydı,
Yaralar gerçekti...

Sen.

Hayatımın yarısını uykuda geçirdim,
uyanık olduğum zamanların yarısını sarhoş,
Sarhoşluğumun hemen hepsini sen,
Seni aşk,
Aşkı sen...

Hayatımın çoğunda gülümsedim,
Gülümserken ağlıyordum,
Ağlarken düşündüğüm tek şey sen,
Ağlamak sen,
Sen ağlamak...

Hayatımın çoğunda fedakardım kendimi unutacak kadar,
Kendime geldiğim her dakikada Kalbimdeydin,
Kalbimin tek atma sebebiydin sen,
Kalbim sen,
Sen kalbim...

Hayatımın çoğunu eski günleri özleyerek geçirdim.
Geçmiş benim için önemliydi,
Seni geçmişte yaşadım çünkü ben,
Geçmiş sen,
Sen geçmiş...

Hayatımın çoğunu sana aşık olarak geçirdim.
Aşk bedene bürünmüştü sessizce,
Sessizlikte ruhum çığlık atardı hep SEN...
Aşk sen,
Ağlamak sen,
Kalp sen,
Geçmiş sen,
Ve korkarım hep sen...

Şiir parçası...

Çok fazlaydı, 
O ateşi hatırlıyorum. 
Çok fazla, çok büyük ve ufaktan başlayarak değil,
Aniden düşüvermişti içime.
Küçük anların toplamındaydı,
Sevişmeye gerek yoktu...
İşte o ateşi söndürmek için çok uğraştım.
Işıksız kaldım...
Aşksız kaldım...
Sana dönsem, sen olmayacaksın...

21 Ağustos 2011 Pazar

Ayıp aşk


bırakmak istediğimde seni, aşk yapıştı yakama....
bırakmak istediğimde seni, aşk "dur!" dedi "ne yapıyorsun?"
Aşk önyargılarını konuşturdu, ben dinledim.
kafam güzelken yazdığım her sözü yolladım sana. 
Yapmamalıydım biliyorum.
Aşk ayıptı bana... 
Seni seviğimi söylememeliydim biliyorum
Bırakmaklıydım. 
aşk işte tuttu beni sus dedi.
sustum çok şey söyleyerek...
arkadan çalarken müzik, sarhoşken ben...
Aşk girdi kanıma.
Aşk arttık ayıp değildi, bir çok ayıp olmaması gereken şey gibi...

9 Ağustos 2011 Salı

Hikayeden bir parça...



Ağladı dualar, ağladı sessizlik, ağladı sensizlik... Ağlarını ördüğünde kader -ki kaderin bir örümcek kadar başarılı olduğunu kimse iddia edemez- Sessizlik dolaşıyordu gökyüzünde... Bulutlar toplandı her yerde. Sanki gökyüzü, yer yüzüyle savaşıyordu. Bütün suyu kendinde saklıyordu gökyüzü.  Ağlasa barışacaklardı belki de... Olan arada kalanlara oldu. Bütün duyguları karıştı insanların, hayvanların, bitkilerin ve gözle görülmeyen bütün canlıların, Bütün arada kalmışların... Kendine çekti gökyüzü hepsini. Bir ağlasa, rahatlayacaktı, güneş tekrar yüzünü gösterecekti...
Kıskançlık zamanı geldiği zaman güneşi saklamak istedi bulutlarıyla... Güneş fazla aşık olmuştu yer yüzüne. Arada kalan gökyüzünü görmeden, bilmeden, görmezden gelerek. Katman katman geçmişti kavurmak için yeryüzünü... Herkes kutluyordu başlarda, ekinler çiçeklenmiş, insanlar mutlanmış, doğa ana analığı kadar kadınlığını hatırlamıştı. Gök yüzünü geçmişti katman katman haleler, kimse gökyüzünün farkında değildi. Herkes güneşe bakmaya çalışmıştı o günlerde. 
Çok kızdı buna, şimşekler yağdırıyordu kendi içinde. İnliyordu kocaman harflerle. İN-Lİ-YOR-DU... Nefes alamıyor, nefes aldırmıyordu. Çığlıklar atıyordu, dolmuştu, taşamıyordu. İçinde sakladı yeryüzündeki tüm suları. Bütün denizler çekildi, göller kurudu, barajlar boşaldı, çölde bir damla su vardıysa onu bile çekip aldı. 
Önce bitkiler isyan ettiler bu olana bitene. Kupkuru toprakta kalakalmışlardı. Havadaki nemi ememiyorlardı, kökleri boştu... Sonra hayvanlar isyan etmeye başladılar, her yere savruldular, çığlık çığlığa ortalığı birbirine kattılar... Sonra insanlar isyan ettiler. Kasvet yağıyordu, yağmur yağmıyordu... Bütün karanlıkla hepsi birbirine girmeye başladı, bir damla suya muhtaç kaldılar. Vücutlarından su gitmesin diye kendi atıklarını tükettiler... 
Bu böylece uzun günler boyunca devam etti. Gökyüzü bağırıyor, kızıyor, öfkeleniyor, rüzgarlar estiriyor, bulutları oradan oraya savuruyor, bir türlü içini dökemiyordu... İşte o anda bir adam, yalnızca bir adam gökyüzünün o haline aşık olmuştu. Sessizce yattı sararan çimlerde, izledi onu. Sonra kalktı ayağa ve seslendi, "Çok güzelsin" dedi, "hırçınsın, Ben sana böyle aşık oldum, öldüreceksen böyle kal sana aşkımdan öleyim..." 
O iniltiler arasında işitebildi gökyüzü... Seviliyordu, onun uğruna ölebilecek biri vardı. Bu kendi İkaros'u olabilirdi. Bir bulut indi aşağıya, "Seni yanıma alsam, benimle gelir misin?" dedi. Adam seve seve kabul etti. İşte o anda tutamadı kendini gökyüzü, bütün biriktirdiklerini dökülüverdi... Bu olurken bir yıldırım düştü adamın üstüne; Adam öldü, gökyüzüne karıştı... 
İnsanoğlu bu aşkı felaket diye andı, çok çabuk unuttu, onlar kavuşmuştu, gökten elma falan düşmedi...


6 Ağustos 2011 Cumartesi

Önsöz

(yazmaya başladığım hikayeye bir önsöz yazmak istedi canım ve yazdım. Şimdilik sadece önsöz var. Devamı ne kadar gelir ben de bilmiyorum. umarım beğenirsiniz. )


Önsöz


Birçok çocuğun aksine yarı şizofrenik bir çocukluğum olmadı. mesela bir hayali kahramanım yoktu. Onun yerine çoğunuzun hayal gücünün algılayamayacağı kadar geniş bir hayal gücüm vardı. İlk ve orta okul boyunca -ki bunlar daha sonradan birleştirilip ilköğretim oldu.- öğretmenlerimin hayal gücümü bastırmasına inatlaşmakla geçti. Ta ki o olaya kadar, o olay sonrasında kendimi kapatıp bir şekilde paylaşmadım kimseyle hayal gücümü. O olaydan sizlere bahsetmeyeceğim çünkü bana acımanızı vah vah, tüh tüh gibisinden laflar etmenizi istemiyorum. Çocukken benim hayal dünyamda yazdığım hikayelerin kahramanları olan köpeklerin soyisimleri vardı. Köpekler basit bir havlama yerine bir opera sanatçısı gibi şarkı söyleyebilirlerdi. Kendi dillerinde elbette. Biz insanlar bunları anlamazdık. Ya da ağaçların yaprakları sadece yeşil değildi rengarenkti fakat bu renkleri görebilmek için toprağı kazmanız gerekirdi çünkü ağaçların dalları aşağıya doğru büyürdü. Siz yukarı kısımda kalan ve elbette ki değişik renklerde olan kökleri dal sanıp şaşırırdınız. Böylece hiçbir ağacı meyve vermiyor sanıp taşlamanız da gerekmezdi. Sadece onların özüne inmeyi bilenler onların meyvelerini kullanabilirdi. Ve gayet tabii yağmur da su şeklinde yağmazdı. Eğer su olsaydı da rengarenk yağardı. Bu renkler binbir çeşitti. Fakat bu yağmur ancak yağmurdan ıslanmak isteyenleri ıslatırdı. Mesela yolda yürüyen bir adam gördüğünüzde, o adamın takım elbisesi hiçbir şekilde ıslanmamış olabilirdi. Adam yağmurun keyfinden ziyade elbisesini düşünüyorduysa o, onun sorunuydu.  Bütün bunların içinde geçtiği bir çok hikaye yazmıştım. "Kompozisyon" dersinde. Sürekli düşük notlar alıyordum. Nedenini merak edip öğretmenimin yanına gittiğimde kağıdımdaki her şeyin üstünün çizilmiş olduğunu görmüştüm. Köpeklerin soyisimleri olmazdı, soprano mırıldanmazlardı, ağaçlar yeşil olmak zorundaydı ve ters büyümezlerdi, yağmur elbette herkesi ıslatacaktı ve rengarenk yağması da neydi öyle! Renkli yağan tek yağmur ancak doğudan gelen ve içinde çamur barındıran bir yağmurdu ve sadece sarı olurdu, o yağdığı zaman da her taraf çamurlu olurdu. "MANTIKSAL HATALAR" demişti öğretmenim. Anlayamamıştım. Mantığı ne ki bu olayın, ben hayal gücümün diliyle yazmayıp, Türkçe yazmıştım. Sırf öğretmenim anlayabilsin diye... Anlayamamıştı. 
Daha sonraları üniversiteyi kazandığımda Kaderin oyunu şeklinde Türkçe Öğretmenliği okudum. İşte o zaman anlamıştım öğretmenlerimin neden kalıplar içerisinde yaşadığını. Çünkü o fakültelerde bizlere de kalıp olmayı ve çocukları belli kalıplarda yetiştirmemizi öğretiyorlardı. 
Şimdi mezun olsam da öğretmen olmayı ve kalıp olmayı tercih edemiyorum. İçim elvermiyor. Bildiklerimi öğretemeyeceğimin farkında olduğumdan dolayı yapamıyorum bunu. 
Çocukluk yıllarımdaki bu ve buna benzer yüzlerce örnek şeklinde; öğretmenlerimin, ailemin, arkadaşlarımın dolu bir valizin ağzını kapatıp kalıplara sığdırmaya çalışmasıyla geçti. Daha önce de söylediğim gibi "o olaydan" sonra ben kendim kapattım o valizi. Pek kimselere anlatmadım. Sustum daha ziyade. Sizler gibi olmaya çalıştım. Sürüden biri olmak için yıllarca antidepresanlar kullandım. Şimdi antidepresanları bırakıyorum ve sizin sürünüzde çoban kaval çaldığında bale yapan kuzular olmadığını görebiliyorum. Bu beni üzüyor, gerçekten üzüyor. Ancak bunu siz fark etmedikçe benim yapabileceğim pek bir şey yok. Aynı zamanda normalliğime dönebilmek için kullandığım o ilaçları bırakınca, hayal gücüm o valizi parçalayıverdi ve içindeki güzel düşler bir konfeti gibi dağılmaya başladı. 
Bu konfetileri düzenleyip, tozlu ve artık rengarenk olmayan düşlerimi yıkayıp delilikle dahilik arasındaki o ince çizgide hafiften kurumaya bırakacağım. Ve işte biraz sonra sizlerin okumaya başlayacağı öykü bu iplere asılı, yıllarca bir valizin içinde insanlara ayak uydurmak uğruna kapalı kalmış hayal gücümün bir örneğidir. Umarım keyif alırsınız...


(Önsözlerin kitap bitiminde yazıldığını da biliyorum! O kalıbı da öğretmişti öğretmenlerim. Onu da yazmıyorum. )

5 Ağustos 2011 Cuma

İnlemek üzerine...

     Dün gece o kadar çok başım ağrıyordu ki, hani derler ya "kafamda filler sikişiyooo yeaaa" diye, hah benimkinde sadece filler yoktu, Nuh'un gemisi gibiydi. İşte bu baş ağrısını atlatmanın en klişe yolunu tekrar ettim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.
     Bendeki baş ağrısı garip bir şeydir. İlaç alırım ama bir türlü geçme, masaj yaptırırım, ovdururum ıı ıh bana mısın demez. İşte o anda başlarım inlemeye. Bildiğin her nefes verişimde IIIIIHHHHHH şeklinde... Sonra bi bakarım her nefes verişimde bir nebze daha azalmaya başlamış. Hastayken de aynısını yaparım. İnlemek iyi gelir açıkçası, sihirli bir şekilde.
     İnlemek dürtüsel olarak bize verilmiş en büyük armağanlardan biri aslına bakılacak olursa. Burada inlemekten kastım, sevgilin seni terk ettiğinde "Berkcaoooöööaaannnnnn neden gittin yeaaaaa!" şeklinde inlemeden bahsetmiyorum. Kaldı ki bu zaten inlemek değil, bildiğin böğürmek.
     İnlemeden orgazm olduğunuz oldu mu hiç? Hafif hafif, sakin sakin insanın ruhuna işleyen inlemeler... Sanki Orgazmı tamamlayan bir parça. Eksik kalır o olmazsa.
     Ya da uzun zamandır yemediğiniz çikolata! Mis gibi bir yemek! Hele hele öğrenci evinden dönmüşseniz annenizin yaptığı bir yemek. Ağzınızda hafif hafif dağılır veee işte inleme!
     Bence bu inleme işini Japonlar keşfedeli binlerce yıl oluyor, bağdaş kurdun, konsantre oldun veeee işte inleme!
      İnlemeden olmuyor arkadaşım. Ama tadında yapın, sevin inlemeyi, öpün, koklayın. Tamam lan abarttım biliyorum. Ama baş ağrımı geçiren mucizevi inlemeye armağan ediyorum bu yazıyı. İyi ki inleyebiliyoruz...


1 Ağustos 2011 Pazartesi

Aşık ve O...

İnsanlar...

İşte o zor yaratık -ki yaratıldığı günden bugüne günahkar olan- sevgi konusunda binlerce yıldır konuşuyordu. Susmuyordu bir türlü. Yüz binlerce cümle içerisinde aşk, sevgi, sevda sözcüğü olan... Allah aşkı, yaren aşkı, doğa aşkı... Ne çok aşk var bu dünyada diye sevinmişti. Gözleri dolmuştu hatta ilk gördüğünde insanlık geçmişini. Bu kadar çok sevgi nasıl sığardı kalplere anlayamıyordu. Dimağında onlarca soru vardı. Bir gün aşıklardan biriyle sohbete oturdu. 

O: Bu evren ne kadar çok sevgiyle dolu böyle, ne kadar güzel...

Aşık: (hafiften gülümser.) İnsan sevgiden çok nefretle doludur. Her sevgi bir gün nefrete döner. 

O: Fakat her aşık güzel bahsediyor sevdiğinden.

Aşık: Güzeldir elbet, seviyorsan güzeldir.

O: Tamam işte ben de bundan bahsediyorum.

Aşık: Anlamadığın nokta şudur ki, kimse kendini seveni sevmez, herkesin başka bir aşığı vardır.

O: Kafam karıştı.

Aşık: Ben birine aşığım, o başkasına, onun sevdiği başkasına...

O: Bu zincir bir yerde kırılmaz mı hiç?

Aşık: Kırılır elbet. Karşılıklı sevdalar da vardır. Ancak herkes öldürür sevdiğini demiş yazar...

O: Seviyorsa neden öldürür ki insan birbirini?

Aşık: Alışkın değiliz çünkü insan olarak paylaşmaya. Mayamızda yok bu.

O: İnsan sevdiğini hapseder mi ki?

Aşık: İnsan severse hapseder. Çembere alır sevdiğini. İşte o zaman yok olur yavaş yavaş, ateş içindeki akrep misali...

O: Peki neden aşklar nefrete dönüşür?

Aşık: Bembeyazdır aşk, tülden rüya gibi bir bulut. En ufak bir karaltı yavaş yavaş ilmek ilmek işler o beyaza. Anlamazsın başta. Sonra bir bakmışsın her yer kapkaranlık oluvermiş. Beyaz bir gülü haftalarca siyah mürekkepte bekletmiş gibi...

O: Anladım galiba, peki Allah aşkı? O da mı saf değil?

Aşık: En tehlikelisidir aşkların arasında, hangisi gerçek bilemezsin çünkü.

O: Allah bilir fakat değil mi?

Aşık: Bilmem...

O: Peki neden insanlar bu kadar çok aşktan bahsediyor, madem ki durum bu kadar vahim?

Aşık: Aşk dilde sakız, kalpte yara, gözde yaş, ruhta dolaştır...

O: Çoğu boş laf yani...

Aşık: Elbette boş laf, hangi aşk anlatılabilir ki? 

O: Kelimeler yetmiyor mu?

Aşık: İnsan yetemezken kelime nasıl yetsin ki?

Sonra anladı, yazılanların, söylenenlerin aslında boş olduğunu. Bütün aşk kelimelerinin siyah bir lekeden ibaret olduğunu. Vazgeçti, gitti... 

Eğer ağlarsam...

Bir gün ağladığımı gören olursa eğer, lütfen yanıma gelmeyin.
Siz ki beni sevdiğini söyleyen insancıklar.
Ben ağlayana kadar neredeydiniz?