Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

1 Eylül 2012 Cumartesi

Konuşmalar 10 (aşk cetveli)


-Doğaldır sevmek, demiştin hani?

+Gayet doğaldır elbette, sevmek de sevilmek de. İnsan sevilmeyi arzular her zaman. Karşılıksız sevdalar, karşılık bulabilme umuduyla yanıp tutuşurlar. Ancak bedenden sıyrıldığı zaman fark edersin ki durum ortadan kalkmıştır. Zamanı bir cetvel gibi düşün. Sen on ikinci santimetrede aşık oluyorsun bir herife. Aradan zaman geçiyor gidiyor, sen gelmişsin otuz beşinci santimin tam ortasındaki yarım çizgiye. Hala aşık sanıyorsun kendini, hala onun bedeni karşına çıksa ne yapacağımı bilemem sanıyorsun. Hatta arkadaşlarınla konuşurken araya sıkıştırıyorsun, on ikinci santimetredeki aşkının yüceliğini ve bir daha karşılaştığınızda neler hissedeceğini bilmediğini. Sanıyorsun ki, karşına çıksa, sana baksa, sen ona baksan, birbirinizi tanısanız... Dokunsam diyorsun ne hissederim, elini sıksam... Bilemiyorsun. Ertesi gün, hemen ertesi gün karşına çıkıyor, eski sevgilin, on ikinci santimetredeki aşkın, on ikiyi on iki yapan adam! Yanında da eskiden yatıp kalkıp umursamadığın fakat onun cetvelinde sen belirgin yirmisin. Yirmiyi yirmi yapan yirmisin. Seni görünce heyecanlanıyor, yirminin heyecanı daha yakın çünkü, yanında senin on iki... Film karesi gibi bakıyorsun sahneye, yirmi seninle bir yirmi üç yaşayabilmek için, yanlış anlama diye açıklıyor durumu, bak bu da benim arkadaşım diyor, yeniden tanışıyorsun on ikiyi, on iki yapan adamla. O da seni tanıyor fakat seni umursamamış zamanında, yeniden tanışmak için uzatıyor elini. Kuru bir "Merhaba, memnun oldum." diyorsun, otuz beşin tam ortasındaki adam olarak. Yeniden tanışıyosun onunla fakat eskisi gibi olmuyor. Çünkü o on iki! KOSKOCAMAN ON İKİ! Sense otuz beşin tam ortasıdaki yarım çizgi. Yirmi kaynıyor aradan, görüşelim diyor bir yirmi üç olsun dercesine. Sen yalnızca gülümsüyor ve bakıyorsun on ikiden kırılmış cetvelin.

-Karıştı sanki biraz hikaye, kim on iki, kim yirmi, kim otuz anlamadım ben. 

+Adın neydi?

-Adımı mı unuttun?

+Yarım çizgi...

31 Temmuz 2012 Salı

Konuşmalar 9

+Sevmiyor musun artık beni?

-Seviyorum elbette ancak çok yaraladık birbirimizi. Gereğinden fazla acı vermeye başladı.

+Sevgi bunlara değmez mi?

-Sevginin kolları çok uzundur. Her noktasına dokunur insanın, aşk ise bambaşkadır. Kollardan oluşmaz, durmaz, her zerrende hissedersin aşkı. İlmik ilmik işler damarına, kanına, kalbine, her bir organına. Ben sana aşıktım. Lakin şimdi yalnızca seviyorum. Nasıl gitti benden, nasıl bu kadar incecik kaldı bilmiyorum fakat iplik iplik sevgi haline dönüştü sana hissetiklerim. Her noktama ulaşan birer iplik fakat her zerremde değil. Aşık olsaydım belki devam ederdi fakat şimdi bitmesi gerekiyor.

+Yani bir daha görüşmeyeceğimiz anlamına mı geliyor bu?

-Elbette ki değil. Sen ayrı aşka düşünce, ben ayrı aşka düşünce; O aşklar hayatımızdan gidince yeniden görüşebiliriz elbette. Ancak başka bir ilişkinin acısını çekerken sana arkadaşım gibi bakabileceğim.

+Ya hiç aşık olmazsak başkasına?

-O zaman daha uzun sürer elbette... Ancak bitti, lütfen anlayış göster gitmeme.

+Neden gidiyorsun ki? Ayrılığımız çok gereksiz.

-Gitmem gerek.

+Peki ya ben?

-Bencildir bitiren, umursamaz kalanı ancak kalandır gidene sebep. Şairin de dediği gibi, "Giden değil, kalandır terk eden; giden de bu yüzden gitmiştir zaten."

+Anlamıyorum bunu.

-Hoş kal.

20 Temmuz 2012 Cuma

Öğretmen olmaktan utanıyorum. Siz övünün büyüklerimiz...

2010 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Türkçe Öğretmenliği Bölümü'nden mezun oldum. Okul bittikten sonra İstanbul'da bir kaç yabancı öğrenci bulup onlara Türkçe Öğretmeye başladım. Saati 50 liradan ders veriyordum koşullarım iyi olmasa da kötü de değildi.

Askere gittim ve geldim. KPSS'nin ne kadar imkansız olduğu tüm halkımız tarafından malum. Hadi diyelim atandım. Hayatımın 5 yılını ülkenin olmadık yerlerinde geçirmek zorunda kalmak ayrı bir işkence, oralarda kalırken karşılaşacağım sorunlar daha ayrı bir işkence.... Diyelim aradan yıllar geçti ve ben büyük bir şehre yaklaşabildim. Bu sefer de verilen maaşla geçinmek imkansız.

Ben de Ankara'da iş aramaya başladım 15-20 tane dershaneye cv bıraktım. Yalan yanlış bilgiler yerine, adam akıllı yaptığım etkinlikleri yazdım. İşte şimdiye kadar gönüllü bir şekilde mültecilere Türkçe dersi verdiğimden, SBS öğrencilerine etütler yaptığımdan falan bahsettim.

Çağırılan yerlerden gelen teklifler malesef ki içler acısıydı. Bir Dershanede 1000 tl maaş teklif ettiler. Stajyerliğimin kalkmadığını bahane sürerek fiyat kırdılar. Bu stajyerlik safsatası sadece öğretmenlik mezunları için geçerli bir mazeret. Yani bir avukat olup da dershanede Anayasa dersi verseydim, benden stajyerlik istemeyeceklerdi. Ya da bölüm mezunu olsaydım da istemeyeceklerdi çünkü öğretmen olmayacaktım ve stajyerlik sorunum olmayacaktı. Stajyerlikten kasıt bir yıl maaşının düzenli olarak yatması sonucu MEB'in evet bu öğretmen olmuştur demesi. Mezun verdiği öğretmenlere güvenmeyen bir kurum tarafından bir sınır çizilmesi kadar beni sinir eden bir şey yok. Her neyse Bana 1000 lira teklif ettiler, ve yanında SSK bu da güzel! Çalışma koşullarına gelince günde 16 saat çalışacaksınız, yemek yol vesaire hepsi size ait, bir gün izinli olacaksınız fakat o gün içerisinde herhangi bir öğrenci etüt için geldiyse sizi işe çağırabileceğiz. Ebesininki!

Başka bir yerden yabancılar için Türkçe öğretimi konusunda çağrıldım ve saatine 13 tl teklif ettiler, yani aylık toplam gelirim, 104 lira! Yalnız 15 lira değil, 10 lira da değil, 13 lira! Ve saat başı öğrenciden alacakları fiyat 65 lira. Ha bir de sigorta da yapmayacaklar.

Başka bir dershane yine 1000 lira teklif etti, bizim bir de ebesinin taaa bilmem neresinde şubemiz var 3 gün orada 3 gün burada çalışacaksınız yani günlük yol paranız 8 lira olabilir ancak bunu maaşınızdan karşılayacaksınız ve yemek falan da vermeyeceğiz. Ha tabi günlük çalışma saatinizin 12-18 saat arası olacağını hatırlatmama gerek bile yok sanırım. Bir de ilk 3 ay gönüllü çalışmalısınız.


Anneme bunları söylediğimde, "Oğlum, dön. Burada tarlada çalışırsın. Irgatlara günlük 30 lira veriyorlardı geçen sene. Bu sene fiyatları 50 lira olmuştur. Okuduğun diplomayı da bu teklifi sunanların bir taraflarına sok!" dedi.


Evet, annemin sözlerinde hakkı var. Irgatlık benden daha az çalışarak daha fazla para kazandıran bir meslek. Üstelik yemek, ve yol masraflarını da karşılıyorlar.

Öğretmen olmaktan utanıyorum. Siz övünün büyüklerimiz...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Emanet sevgili...


Emanet aldım seni, 
Sevgilinden...
Bir gün bile değil, 
Bir kaç sigara, bir kaç bira,
bir kaç sevgi sözcüğü kadar. 

Emanet aldım seni, 
Sevgilinden...
Eğreti durmadım, 
her dokunuşu gerçek saydım. 
Kıskanmasın lütfen,
Bu kadar yalnızken ben, 
düşünemem onun keyfini. 

Emanet aldım, 
Emanet sevdim,
Hırpalamadım, yormadım.
Aldığım gibi iade ettim. 

Geriye sakladığım tek şey, 
bende hediye kalan öpüşmeler...

Doğdum da iyi mi oldu, diye düşünüyorum doğum günümde...


Sanırım iki yıl kadar önceydi. Eski sevgilim, geçmişe dair ne kadar travmam varsa bir kavga sırasında yüzüme vurup bütün güvenimi kaybetmişti. İki yıllık ilişki 5 dakikalık bir telefon konuşmasıyla bitivermişti. İşte o gün ağlamıştım bu şekilde. Yalnızdım, Teoman çalıyordu, ben içiyordum ve gözlerimden istemediğim halde süzülen gözyaşları.

Bugün benim doğum günüm. Ankara'dayım, yalnızım, evdeyim, içiyorum, kariyer net ve iş ilanlarına bakıyorum. İstemediğim halde gözyaşları süzülüyor gözümden. Sağolsun arkadaşlarım falan mesaj çekiyorlar, kimisi facebook'tan duvara yazma geyiğine girmesin diye duvarımı kapattım. Özelliği olsun da mesaj çeksinler diye. Evinde kaldığım arkadaşlarım şu anda Marmaris'te tatilde.

Bakıyorum ancak göremediğim bir yer var. Sakince izliyorum fakat fark edemiyorum... Hayatta bir şeyleri kaçırmışım ben. 26 yaşındayım. biliyorum kimilerine göre daha çok gencim, kimilerine göreyse olmuşum olanlardan. Hatta yaşı küçük, ancak çok olgunum bencilere göre daha doğmamış bile olabilirim. Sanırım en boktan doğum günüm.

Doğum günlerinde neden pasta falan geyğine girilir ki diye düşünüyorum daha önemli konuları düşünerek moralimi bozmamak için. Her kutlamayla ayrı bir hüzünleniyorum. Evet, siz hatırlıyorsunuz, ya zamanında aşık olduklarım? Hayatımı siktiklerim?

Dur! Doğum gününde neden pasta geyiklerine girilir ki? Ben pastayı hiç sevmem! Hayatım boyunca kışın doğmuş olanları kıskanmışımdır hep zaten. Benim doğum günümde herkes tatilde oluyor. İş ara, bulama... En son teklif, 3.5 ay para vermeyeceğiz, daha sonra 1000 liraya günde 12-16 saat arası seni sikeceğiz... Kabul ediyor musun? Hiç böyle sikilmemiştim a.q.

Şiiiişşşşt! Doğum gününde neden pasta geyiklerine girilir? Pasta dediğin aslında meyveli olursa yenebilir... Eski sevgilim yıllar önce doğum günümde bana bir hediye alıp, "Bu kadar işte kutlama, daha fazla bir şey bekleme" demişti. Ben aşıktım, beklememiştim. En azından yanımdaydı. Zaafım olan güvensizlik duygusunu tatmin ediyordu. Güzeldi, o zaman. Şimdi görebiliyorum ne kadar acınası bir halmiş meğer... 

Cidden pasta geyiği nedir a.q.? Nereden çıkmıştır, wikipedia'ya mı baksam ne? 

Olsun, varsın, bugün de böyle geçsin... Belki seneler sonra gülerim bugüne de geçmişe güldüğüm gibi... Hoş, nasıl gülüyorsam, orasını bir ben bilirim... 

Ben, sizin bildiğiniz Eştenselgünlük,  hayatı boyunca güçlüyü oynamış, yıllardır ağlamamış ben...

Doğdum da iyi mi oldu, diye düşünüyorum doğum günümde...

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Konuşmalar 8 (Öpmeden gel, öpmeden git...)

-O kadar da masum uyumuyorsun aslında, rüya gördüğünü anlayabiliyorum gözlerinden. Bir gün gelecek bugün sevişirken birbirimize verdiğimiz bütün sözleri unutacağız. Ayrılacağız yani. Sen bir yabancı gibi öpeceksin beni, şimdiki gibi değil. Bu gözlerin, bana aşkla bakan gözlerin, belki nefret, belki arkadaş canlısı, belki de hatırlamaya çalışırcasına bakacak bana. Ellerin ellerimi ancak arkadaşça sıkacak, sevişirken tuttuğumuz gibi değil. Şimdiki gibi izlemeyeceğim ben de seni elbet. Saçını okşamayacağım şimdi yaptığım gibi. Benim gözlerim dolu dolu bakacak sana. Sen yabancı gibi öperken beni, ben koklayacağım seni. Şimdiki gibi tenin kokmayacak, sahte parfümlere bezenmiş olacaksın. Ben seni koklamak istemeyeceğim ayrıldıktan sonra. Şayet benim koku hafızam güçlüdür. Şu sen uyurken seninle konuştuğum saçma sapan an canlanacaktır gözümde. Üzüleceğimdir. Bu yüzden, Bir yabancıyı öperek selamladığın gibi öpeceksen beni, öpme... Öpmeden gel, öpmeden git... 


Bu konuşmayı bilmeyeceksin sen belki hayatının sonuna kadar. Belki de şimdi ben sadece uyuduğunu sanıyorumdur. Sen çaktırmadan dinliyorsundur. Bakma o kadar karamsar olduğuma, sen aydınlık yanımsın. Nice aydınlıklar geldi geçti yol kenarındaki lambalar misali. Sen de kalmayacaksın elbet. Sen de geçeceksin. Ben çorak arazilere döndüreceğim direksiyonumu. Daha fazla aydınlık istemeyeceğim. Yıldızlar yeter bana derken belki o gece öleceğim, belki güneş doğacak... 

Deliyim biraz biliyorum. Kıskancım da. İkisi zor, zor bir herifim ben. Sadece bilmeni isterim şimdi yanımda uyuyan küçük sevgilim. Zor olmak istemedim hiçbir zaman ya da seni üzmek... Çekmek zorunda olmadığını anladığın zaman, Bir yabancıyı öperek selamladığın gibi öpeceksin beni, öpme... Öpmeden gel, öpmeden git... 


Uyandığında, sen bu evden giderken sımsıkı sarılacağım sana, öpeceğim dudaklarından. Sen seni şimdi sevdiğim için yaptığımı sanacaksın, ben ileride özlediğimde yapamayacağım için yapacağım. Çünkü seni o sıralarda belki bir başkası sarıyor olacak. Hatta belki ben başkasına sarılıyor olacağım. Ancak şimdiki gibi olmayacak. Sen bunu bilmeyeceksin. 

Mutlu ol hep. Gerçekten sevdiğim için söylüyorum bunu. Biraz şüphem olsaydı sevgimden, bencil olur ve ayrıldıktan sonra üzülmeni isterdim. Yapmıyorum bunu. Yapamıyorum. Başkasıyla mutluluğunu gördüğümde mum gibi eriyeceğimi bildiğim halde yapamıyorum. 

Bittiğinde koklamak istemiyorum seni. Tek istediğim bu senden, Bir yabancıyı öperek selamladığın gibi öpeceksen beni, öpme... Öpmeden gel, öpmeden git... 

1 Temmuz 2012 Pazar

Bu hikayenin baş malı benim!

Yıl 2004/ 2. yarı

İstemediğim bir okula istemediğim bir bölüme ailem tarafından zorla gönderildim.

Yıl 2004/ 2. yarı

Dünya kadar derdim olduğuna inanan ben, intihar ettim. Oda arkadaşımın ishal olup geri dönmesi sayesinde kurtulup, bir hafta hastanede yattıktan sonra, boktan bir sebeple hayata yeniden bağlanmış oldum.

Yıl 2005

Kullandığım antidepresanlar yüzünden bütün derslerimden kaldım.

Yıl 2009

Antidepresan kullanmayı bıraktım, sevgili yaptım.

Yıl 2010

Sevgilim ben, sevgilimin bok arkadaşı ve sevgilisi hep birlikte mutlu rolü yapıp her buluşma sonrası kavga ettik.

Yıl 2010/ 2.çeyrek

Muhteşem dörtlü ve sevgilimin eski arkadaşları (yaklaşık 30 kişi) Eurovision izliyoruz. Sevgilimin bok arkadaşının sevgilisinden sevgilimin o 30 adamın 20'siyle yattığını öğreniyorum.

Yıl 2010/son çeyrek

Panik atak krizlerim artıyor antidepresana yeniden başlıyorum ve sevgilimden ayrılıyorum.

Yıl 2012/ 1. yarı

Askerlik yapıyorum.

Yıl 2012/ 30.06

Arkadaşlarımla Kuşadası tatilindeyim, her şey iyi hoş derken gay bara gittik. Yanımdaki arkadaşım sarhoş olup, beni bırakıp adamlarla takılmaya başladı. Bunlar normal şeyler, keyfimi kaçıramaz ancak her an kavga çıkarması riskine karşı kendimi hazırlıklı tutuyorum. Ayrıca cebindeki son kuruşa kadar alkole vereceğini bildiğimden yol parasını kenara ayırıyorum. İçkim ve ben bir yandan da gelip tanışmak isteyenler, eskiden tanıştığım arkadaşlarım onların yeni sevgilileri... Ben hepsinden ayrı bir köşeye çekilip sakin sakin sıkılırken gözüme biri takılıyor. O karanlıkta nasıl seçtiğime şaşırıyorum bir bakıyorum ki, (Eski) sevgilimin, arkadaşının sevgilisi... Muhteşem dörtlüden sevgilimin orospu olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkartan insan evladı. Allaaaaaah'ıııımmmm nasıl sahte samimiyetle sarıldık birbirimize, nasıl sahte sahte konuştuk, nasıl mutlu geyikleri yaptık, nasıl amaaan boş ver eskileri falan dedik! Resmen kusmalık! Daha da beteri var. O adamı gören ben, o âna kadar canı sıkılan ben, bir göbek atmaya başlamışım, şarkılarla bi dans etmeye başlamışım sormayın!

Bana gelip de tanışmak isteyenlerin hepsiyle tek tek dans etmişim, kafam da güzel olmuş! Bilmediğim yabancı şarkılara ağız oynatarak eşlik etmeler falan. Daha fazla o rezalete dayanamayıp hepsini gülerek selamlayıp. O adama da "Canııııııııııım mutlaka görüşelim" diyerek çıktım bardan.

Gittim sahilde salak salak bir saat ağladım içerek. Neden ağladığımı da bilmiyorum. Eskiden GayRomeo'dan birinden mesaj gelsin diye bekleyen ben, şimdi kariyer.net'ten başvurduğum ilanlardan cevap gelmesini bekleyen benle ne kadar farklı.

Eskiden neşeli olan ben, şimdi neşeli olmaya çalıştığımda bile nasıl yavan, nasıl sahte olmuşum zamanla!

Yıl 2012 / 01.07

16 Temmuz doğum günüm. Büyük ihtimalle yalnız başıma olacağım. Ankara'da olacağım. İş ilanlarından gelmeyen cevaplarla oturup içeceğim. Facebook'tan doğum günü tarihimi değiştirmezsem en samimi arkadaşlarım bile aramak yerine duvarıma yazacaklar mal mal. Hepsini like edeceğim. Annem arayacak doğum günümü kutlayacak, babam alacak telefonu iş bulamadın mı hala, boşuna masrafsın bize diyecek, zaten bombok olan doğum günüm, 26 yaşına gireceğim gün, daha da salak bir hal alacak. İçip içip yalnız sızacağım. Bütün arkadaşlarım tatilde, aşık vesaire olacak... Ben bunların hiçbirine artık inanmıyor olacağım.

Evet bu hikayenin baş malı ben oldum, olacağım.


22 Haziran 2012 Cuma

Konuşmalar 7

+Bana geldiğin için mutlu musun?

-Gelmek diye bir şey yok. Ben buraya başka bir yerden gittiğim için vardım.

+Neden kabul etmiyorsun geldiğini?

-Gittiğim yer, kabul etti mi ki gittiğimi?

+Nereden bilebilirsin ki gider gitmez unutulmadığını?

-Kim unutulduğunu kabul etmek ister ki?

+Senin unuttukların olduğu kadar, doğaldır bu.

-Benim unuttuklarım, kabullendiler mi ki unuttuklarını? Kimse istemez unutulmayı, umut değildir bu. umut geçmişe duyulmaz şayet. Bir arzu belki.

+Unutulmamak için ne yapıyorsun peki?

-Aramıyorum kimseyi.

+Bu seni unutturur.

-Bu beni unutulmaz kılar.

+Nasıl?

-Ararsam eğer unuttuğunu öğrenebilirim. Bundan kaçıyorum ben. Bilmezsem unuttuğunu, unutulmadım diyebilirim. En acısı unutulmak değil aslında, unutan birine kendini hatırlatmak, hatırlatmaya çalışmak...

+Acı...

-Çok acı...

18 Haziran 2012 Pazartesi

En güzel spor, seks!

Spor yapmayı her zaman gereksiz görenlerdenim. İşin aslı kıçıma zor gelmesi. Koşu bandında koşuyorsun ancak bir yere varamıyorsun. Bir şeyden kaçmadıkça koşmak çok saçma! Bir sürü ağırlık kaldırıyorsun; iniyorsun, biniyorsun; yok efendim bilmem ne kasını çalıştırmak için bilmem ne hareketini yapıyorsun falan. İşte bunların hepsini yapmayı bir süre ben de denedim. Malesef ki estetik benim için çok önemlidir. Tabi ki karşındakinin estetiğini sorgularken, bir aynaya bakmak da gerekmiyor değil.

Onca yıldır vücudumun zayıf ancak fit kalmasının tek sebebi vardır o da; seks. Bence sporun en eğlenceli halidir seks. Bir kere bütüüüüüüün kaslar çalışıyor anacım. Tabiii karşındaki insanın bu konuda ne kadar yaratıcı olduğuna da bağlı. Şayet günümüzde misyoner pozisyon hariç her şey yasak hale gelse de, dört duvar arasına kim karışabilir ki! 

Bir kaç örnekle güzel bir seksi bir saatlik spor programına uyarlayalım bakalım. Spora koşuyla başlıyorsun, seks sırasında ne kadar tempoluysan, o kadar koşmuş sayılırsın. Erkekler kol ve karın kasları için partnerlerini ayaktayken kucağa alabilirler böylece hem ağırlık kaldırmış olurlar hem de kol kasları çalışır. Bu sırada kucakta olan insan evladı ise bacak kaslarını çalıştırmış olur (Kızlar! Bu selülit için iyi gelebilir!). Ardından yapılacak doggy style (Köpek stili, partnerlerden biri dizlerinin üstünde duruyor, diğeri arkada) arkada olan için bacak kası olacaktır. Bir bacağın yana atılması suretiyle olan ilişkide ise dişil olan için bıngılların erimesi için başarılı bir çalışma olacaktır. Ayrıca ülkemizde yasak olan oral seks ise yapan için boyun ve kanat çalışma imkanı tanırken, bu sırada yaptıran ise kasılmalar sebebiyle maksimus (kıç) kasını çalıştıracaktır. Klasiklerden biri olan kucağa oturma ise oturan için maksimus kası çalıştıracaktır. Ardından erkekler için çok önemli olan göğüs kası için halk arasında bacak omuza denen pozisyonu öneriyorum. Kadınlarda göğüs sarkması içinse erkeklerin -genelde pek başarılı olamasalar da isteklerinizi söyledikten sonra ya da ben böyle çok tahrik oluyorum yalanıyla doğru şekilde öğretildiğinde- göğüslerle ilgilenmesi ve masaj yapması iyi gelecektir.

Çalışmayan kasınız kaldı mı canlarım? Bunlar için sizlerin yaratıcılığı ön plana çıkmalı! Hem zevk alıyorsun, hem de spor yapıyorsun işte, daha ne olabilir ki! Bütün bilimsel araştırmalar az önce anlattığım şeyleri desteklemektedir. Tabi gidin, her bulduğunuzla sevişin demiyorum! Ancak iyisini bulursanız elinizden kaçırmayın canlarım. İyisi olmazsa da "eh idare eder" partnerinizi bir şekilde elinizde tutun! Eminim ki bir odundan sanat yaratılabilir! Yeter ki karşıdakini kırmadan, ben dili kullanarak anlatın derdinizi. Son olarak seks sırasında yakılan kalorilere gelince; 

18 dakika aralıksız yapılan seks büyük bir dilim çikolatalı pastayı yakar.
Bir pizzanın yarı kalorisini yakmak için 26 dakika aralıksız seks yapmak gerekir.
Bir cheeseburgerden aldığınız kaloriyi 53 dakikalık Fransız öpücüğüyle yok edebilirsiniz.
Partnerini soyan bir kişi, soyarken tek elini kullanırsa 2 katı daha fazla kalori yakar.
Soyma işlemi 'dişlerle' yapılırsa 87 kalori harcanır.
Seviştikten sonra yatakta geçirilen rahatlama süresinde dahi kalori harcamaya devam edilir.

1 saat yüzme ortalama 500 kalori harcattırır. 1 saat aralıksız ve yoğun bir seksle yine 500 kalori harcanır.

(Bu bilgiler Hürriyet Gazetesi'nin bir yazısından alıntıdır. )

İşin içine fantezileri de katınca oy maşallah, erimeyen yerler kas yapmayan bölgeler görün ne hale gelecektir. 

(Bakireler! Sizler oynaşarak da yapabilirsiniz bunları, etkili olmasa da yapacak bir şey yok, siz neden hala bakiresiniz ki beee! )


E ne duruyorsunuz, hadi sevişin!













12 Haziran 2012 Salı

Konuşmalar 6 (Mutluluk)

+Mutlu musun?


-Daha fazlasını bulabileceğimi bildiğim için, hayıflanıyorum sadece. Daha önce de mutluluk yaşadım elbet. Ancak mutluluk, bir peçete alevi gibi geçicidir.

+Benimle birlikteyken mutlu musun?

-Elbette mutluyum. Ancak anlatmak istediğimi tam izah edemedim. Senden önce de sohbet edebildiğim, sevebildiğim insanlar oldu. Onlarla birlikteyken de mutluydum. Şimdi bakıyorum da, onlarla yaşadığım mutluluk, şu an ki mutluluğun yanında bir hiç kalıyor. Yani buradan o gün yaşadığım mutluluğun aslında bir mutluluk olmadığını çıkartabiliriz. Eğer o gün mutluysam bu nedir, eğer bugün mutluysam, onlar neydi?


+ Hepsinin ayrı bir tadı olduğunu düşünmüyor musun, her mutluluk ayrı bir keyif desek?

- Denilebilir elbette, fakat daha fazlası varsa ve elde edilebilecekse... Belki de şu an yaşadığım son mutluluğumdur. Belki ileride daha çok mutlu olup, bugünleri hayıflanarak anacağım. İşte o zaman belki fark edeceğim, daha fazlasını aramak için zamanımın kalmadığını. Fakat tek kârım kesemde topladıklarım, her mutluluğu bir şekilde keseme atıyorum. kesem ne kadar kabarıksa o kadar mutlu olmuşumdur.

+Hayatın amacı, mutluluğu aramak mıdır o hâlde?

-Elbette ve bunu her akıllı insan bilir. Fakat ne ironiktir ki, yalnızca aptallar mutlu olur.


+Neden?

-Kurallar böyle. Akıllı insan bir zaman sonra fark edecektir ki, mutluluk sadece bir peçete alevi kadardır. Gelir ve geçer... Belki birileri mutluluğu kor şeklinde yaşamıştır, bilemem. Ancak o kor'a ulaşmak için, o ateşi yakmak için neler çekmiştir, orasını ona sormak gerek. Ben o kadar cesur değildim.

+Büyük mutluluklar diyorsun, vardır elbet...

-Elbet vardır, ben an'dan mutlu olurum. An güzelse ben mutluyumdur, büyük mutluluklarım bu anların toplamıdır. Tek dediğim, bu an daha mutlu kılınabilirdi. Hayatı boyunca büyük mutlulukların peşinden koşan insanlarsa, sadece bir ya da iki kere mutlu olmuşlardır. İkisinin toplamı eşit midir bilmem.

+Bu an nasıl daha mutlu kılınabilirdi ki?

-Sevişmek ister misin?


9 Haziran 2012 Cumartesi

Konuşmalar 5

+Sonrasını düşündün mü hiç?

-İşte en korktuğum şeydir sonrası. Sen gittikten sonra üzülecek miyim, o gittikten sonra üzüldüğüm gibi? Yarın yapacak mıyım her gün yaptıklarımı; düşünecek miyim sonrayı, öncenin benden aldığı sonrayı, bana verdiği sonrayı. Önce o kadar korkunç değil, her ne olursa olsun öncedir işte... Sonra, ancak yaşandığı zaman önceleşir. Yaşanmış şeylere er ya da geç alışır insan. Alıştıklarından korkmaz, alışacak olmak zorunda olduklarından korktuğu kadar.


+Benim gideceğimi nereden çıkardın?

-Sona kadar kalsan, sonsuza kadar kalamazsın. Herkes gider bir şekilde.


+Peki ya sen gidersen?

-Bu alışmayı seçtiğim bir sonra olur. Bu o kadar korkutmuyor beni. Bu senin alışmak zorunda kalacağın bir sonra olur.


+Ben korkmalı mıyım yani?

-İçimizde bencilizdir, her hikaye mutsuz biter. Bu yüzden en az yarayla sonlanacak bitişleri seçeriz. Dışa vurmak zor gelse de benim seni bırakacağım sonradan kork sen de, senin beni bırakacağın sonradan korktuğum kadar.


+Korktuğun sonra için teselli olur mu bilmem ancak bıraksam da seni, bıraksan da beni, hatırlayacağım sonuna kadar seni ve senden gelenleri...

-Hatırlamak zorunda kalmayacağımız tek son, bir gün birlikte ölmemiz sanırım. Buna içelim mi?

+Şerefe.

8 Haziran 2012 Cuma

Konuşmalar 4

+Kadere inanıyor musun? 

-Bazen.


+Nasıl oluyor o?

-Bazen inanıyorum, bazen inanmıyorum.

+ Garip

-Reddetmeyecek kadar inanıyorum, kabul edebilecek kadar inanmıyorum.

+Peki ya Tanrı ve din?

-O konu uzun.

+Vaktim var, en azından uykum gelene kadar. 

-Tamam o zaman, Tanrı ve din iyi ki var. Şayet birçok insanın bu kavramlara o kadar çok ihtiyacı var ki.


+Biraz daha açar mısın?

-Bazı insanlar nefslerine hakim olamazlar. Zaten günah denen kavram da burada doğuyor. Freud nefs kavramına id demiştir. Yani temel içgüdüler. Cinsellik, şiddet... Doymak bilmeyen şımarık, ahlaksız yanımız. Bir de süperegomuz var. İdle sürekli çatışan ahlaki ve toplumsal kurallara uymayı emreden kısıtlayıcı yanımız. Birinden biri baskın geldiği zaman kişiliğimiz bambaşka şekillere girebilir. İşte ikisinden biri baskın gelmesin diye dengede tutan bir kavram daha var o da; Ego. Tam bir arabulucudur.
        Bana göre bazı insanlarda ego denen kavram düzgün çalışmıyor. İşte burada devreye din ve Tanrı giriyor. İdin isteklerini belli kurallar çerçevesinde kısıtlayacak toplumsal ahlak kuralları ancak süperegonun yaşamayı engelleyecek derece yasaklar koymasını da engelleyerek. Eğer din ve Tanrı olmasaydı toplum ahlaki bir çöküntüye uğrardı. Şimdiki dindarların çoğu, günah diyerek yapmadığı birçok olguyu umursamaz olacaklardı: hırsızlık, tecavüz, pislik (maddi anlamda, bedenen pislik.), insana ve hayvana zarar verme ve daha nicesi... Bu insanların durmasının tek nedeni, bu olguları din denen kavramın yasaklamış olmasıdır. Bir insana verilecek en büyük ceza vicdanıyla verilir. Yıllarca hapis yatsa da, pişmanlık duymadığı müddetçe o mahkumun cezasının hükmü yoktur. Vicdanın da çenesi düşüktür, hiç susmaz, sürekli konuşur, sürekli cezalandırır insanı. Din vicdanı susmuş insanların, vicdanı adına konuşur. Aynı zamanda ödül ve ceza sistemiyle bu savlarını ve kurallarını cazip veya caydırıcı hale getirir. Ve her dinin en büyük vaadi, insanlığın en büyük zaafına yöneliktir: "ÖLÜMSÜZLÜK!" Din, senin burada öleceğini ancak sonsuza kadar yaşayacağın bir dünya daha olduğunu söyler ve o dünya ancak senin, onun kurallarına uymanla güzelleşecektir. Düşünsene, sırf ölümsüzlüğü yaşayacağını söyledikleri için ölüp yok olacağın bir dünya yaşamından verebileceğin fedakarlıklar... Reankarnasyon olsun, ölüm sonrası öbür dünya olsun hepsi ama hepsi bu zaafla beslenir. Hiç kimse salt karanlığı kabul etmek istemez. Eğer din deseydi ki, "Kurallarıma uy, beni sorgulama ancak sana ölümsüzlük vaat etmiyorum. Öldüğünde salt karanlıkta kaybolacaksın! Şu anda kullandığın bedenin doğada kaybolup gidecek, çürüyerek doğal seleksiyona katkıda bulunup, yok olacak!" İnanır mıydın? Fazla realistik değil mi? Ben Tanrı'nın olmadığını iddia etmiyorum, sadece var olduğundan da emin olamayız diyorum. Tek diyeceğim, varsa boku yedik...

( Uykuya dalan sohbet eşini öper ve izler...)

5 Haziran 2012 Salı

Konuşmalar 3

+Ulaşılmaz mı olmak istiyorsun? 

-Hayır, aslında ben hep olduğum yerdeyim. Bana ulaşmak isteyenler, hep benim onlara gitmemi istediğinden buluşamıyoruz bir türlü.

+Yani onların suçu?

-Suç mu? Benimle iletişime geçilmemesi suç değildir.

+Beğenilmek hoşuna gidiyor gördüğüm kadarıyla.

-Hayır.

+Peki ya neden bu kadar bakımlı, bu kadar şıksın? Bütün kıyafetlerin en pahalı marka...

-Belki klişe gelecek ancak ölürken güzel görünmek istiyorum. Belki  de Azrail'e kur yapıyorum...

+Ölmek mi istiyorsun, yap öyleyse. 

-İntihar mı etmemi öneriyorsun? Doğarken kendi irademle doğmadıysam, ölüm de irademle gelmemeli.

+Korkuyorsun yani?

-Hayır, sadece bekliyorum.

+Peki neden bekliyorsun, akışına bıraksana, geldiğinde seni bulsun. 

-Omuzlarımda taşıdığım ten bir an'ın ağırlığı. Tıpkı taşıdıkça ağırlaşan pazar poşeti gibi, çekilmez bir hal alıyor zamanla.


+O an'ı merak ettim.

-Etme.


+Özel mi? 

-Özel.


+Söz vermiştik hiçbir şey saklamayacağız diye.

-O an, yarama düzinelerce dikiş attım, iğnemde ipliğim bitene kadar. Daha sonrasında üstünü örttüm. Pansuman bile yapmadım. Şimdi ne durumda olduğunu görmek bana ağır gelecektir.

+Daha çok merak ettim.

-Sana yaralarımı göstermeyeceğim.

+Peki.


Şişko yalnızlık

Bok gibi fazla,
Ağzıma kadar doluyum.
Taşmak mı? Taşsaydı tamam;
Şişiyorum patlayamıyorum.
O kadar çok ki, nefes alamıyorum.
Bir gram havaya dahi yer yok içimde.
Yalnızlık böyle bir şey işte!

31 Mayıs 2012 Perşembe

Sıçmak Özgürleşmektir...

Neler neler geliyor aklıma yazmak için bi bilseniz. Utanmasam, hani diyorum bende utanma falan pek yok, bu sefer de "Yok" diyorum, "Bunu yazsam kesin hepse atılırım ben!" ya da "Yakmayayım gençliğimi güzelliğimi hapiste bir ağanın, paşanın kapaması olmayım!". Malum olduğu üzere artık hemen her şeyi yapmak yasak, yanlış, her ne kadar Hükümet yasakları kaldırıyoruz dese de, kürtajıydı, internetiydi, alkolüydü, sigarasıydı, vesairesiydi derken bir nevi hooop kenarda köşede sıkışıp kalıyoruz. İnsanın benim etim ne budum ne diyesi geliyor. İşte vaziyet böyle olunca kenarda köşede kalmış saçma sapan konuları konuşurken buluyorum kendimi. Yok yok siyaset konuşmayacağım, yok, yasakları da konuşmayacağım... O zaman ne konuşsam ne konuşsam derken geçen gün arkadaşlarla oturmuş -kafalarımız azcık güzel ama sadece azzzzcık- Alafranga tuvalet mi, alaturka tuvalet mi daha rahat derken buluyoruz kendimizi.

Bu konuda ben alaturkayı savunanlardanım. Halkımızın işeme sıçma konusunda oldukça yaratıcı çözümler bularak, alafranga tuvaletin üstüne tüneyerek sıçmasındansa, hem eski usül hem de kimsenin kıçının değmediği bir model olan alaturkayı daha işlevsel buluyorum. Üstelik işlem bittikten sonrası da rahat. Hayır saatlerce kalmıyorsanız eğer, ayak uyuşma durumu da söz konusu değil. Biz erkekler sürekli ayakta işediğimizden o etrafına sıçrayan çiş! Ayrıca sarhoş falan olduğumuzda kenarıda kalan kusmuklar! Mesela kızlar için de daha rahat! Uzun saçlı sarhoş kızlarımız sarhoş olup kusarken neden ergenler gibi saçını tutmak zorunda kalan bir arkadaşını madur etsin ki! Her yer açıkta işte!

Hatta ben milattan önce olduğu gibi, yan yana herkes sıçabilsin diyenlerdenim. Şimdi tuvalete giriyorsun, yok yellenirken ses duyulmasın yok bilmem ne olmasın diyerek suyu falan açma geyikleri. İyi de tuvalete giriyorsun, solaryuma değil arkadaşım. Orada yapılacak eylemler belli, neden kasıyorsun ki kendini. Eskiden ne güzelmiş yan yana oyuklar elin aristokratları oturup sıçarken felsefe yaparlarmış. Hem atasözümüz de dememiş mi, Türk'ün aklı ya sıçarken ya kaçarken diye... İşte, adamlar durumun farkında, onca felsefi akım hep sıçarken çıktı bence. İdealar dünyası gibi bir olgu gayette helada gelmiş olabilir Platon Ağabeyimizin aklına. Aksini iddia edebilecek olan varsa hodri meydan!


 Muhabbet de nereden nereye geldi daha fazla yazının içine sıçmadan ben konuyu bi toparlayım en iyisi. En eski sıçma yöntemleri en sağlıklı, en güzel, en rahat olanıdır. Elin sonradan sokma saçma sapan tuvalet adaplarını bırakalım, rahat sıçalım gitsin... XoXo....

Konuşmalar 2

+Peki ya yalnız ölmekten korkmuyor musun?

-Sen yanımdayken yalnız değil miyim sanıyorsun?

+Biri varsa yanında yalnız değilsindir!

-Tek bedende iki kişi taşımıyorsan, yalnızsındır.

+Biraz daha açar mısın?

-Tek doğar, tek ölürsün. Yanında herhangi kimsenin olması bir şeyi değiştirmez. Yanındaki seni asla sen gibi anlayamaz, bilemez. Doğumdan ölüme yan yana olsan dahi bireydir insan, birdir, tektir, tekildir. Biz dediğin zaman iki ayrı teklikten bahsediyorsundur. Asla ama asla bitmez yalnızlık. Çok kişilikli bir ruh hastası dahi tektir, yalnızdır. Kişiliklerinin birbirinden haberi yoktur.

+Ancak bu çok kötü bir şey.

-İyiliğin olmadığını da anlatabilirdim ancak senin hayal kırıklığıyla yaşamanı istemiyorum.

+Yani bana iyilik ediyorsun?

-Sadece kötülük etmiyorum.

+Bu da bir iyiliktir.

-Hayır, bu yokluktur. Sana kötülük etseydim var olan bir kavram olacaktı. Ancak şimdi sadece yokluk var.

+Zor değil mi böyle yaşamak?

-Zor.

+Peki neden kabul etmiyorsun diğer insanlar gibi?

-Ben de yalana inanmak isterdim ancak doğruyu bir kere gördüğü zaman insan, yeni yalanlar doğuramıyor, sadece yalan doğurma sancısı çekiyor.

+Eskileri düşün, sen de diğerleri gibi, şimdiye kadar inanmış tüm insanlık gibi... Cenneti düşün mesela, tinsel alana yoğunlaş.

-Bu dünyada yaşam var mı ki diğer dünyayı düşüneyim. Ten aşılabilir mi ki; tin'e kafes aşılmadan ulaşılabilir mi ki?

+Yapanlar var.

-Yaptıklarını sananlar var. Ancak ruh denen kavram-eğer varsa- ancak kafesinden çıktığı zaman dağılır, katre olarak kalmaz, parçası olur evrenin. Tıpkı balon gibi insanoğlu. Ancak patlayınca içindeki çıkar ortaya, karışır etrafa...

+Konuşmaya devam etmeyeceğim. Mazeret uydurmadan gidiyorum. 

- Peki.

                                                                                     22.04.2012 /Kars-Koğuş

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Karanlık Çöktüğünde



Parmak uçlarına karanlık çökerdi bazen,
Duyarsızlaşırdı bu dünyaya. 
Sevişmeyi unuturdu benimle.
Bırakıp gidişlerinden ziyade, 
Geri dönüşleri öldürürdü beni.
Sadece nakaratı hatırlanan şarkılar gibiydi,
Giriş yok, sonuç yok...
Sadece en tutkulu anlar var, sonrası yok.

Parmak uçlarına karanlık çökerdi bazen,
Güneşim diyemez, susardım. 
Özlediğimi bilmezdi içindeyken.

29 Mayıs 2012 Salı

Konuşmalar 1

+Aşkla seks arasındaki bağıntı nedir?

-Aşk, seksi kapsar. Gönüle tabu işlemez. Tıpkı zihne zincir vurulamayacağı gibi. Kalp herkesi sevebilir; Kadın, erkek diye ayrım yapmaz. Herkes, herkese aşık olabilir. Ancak cinsellik herkesle yaşanamaz. Toplumun getirdiği ön yargılar bebeklikten itibaren beyne ilmik ilmik işlenir. Bu yüzden gönlün seçmek istediğini, toplum seçtirmez.


+Aşksız seks olmaz mı peki? 

-Mastürbasyon kadar sunî bir şey olsa da olur elbet.


+Peki ya tabuları yıkanlar? 

-İşte o zaman aşk ve seks eşit olur ancak bu söylediğin mikronlarla ölçülecek kadar düşük bir ihtimal.


+Temelde aşk ve seks aynı yani?

- Biri soyut birleşme, diğeri somut. Zaten somut olan toplum tarafından görülebildiği için tabulaşıyor ya. Soyut ancak somut bir imaja büründüğünde can buluyor. Tıpkı insan gibi, ruh denen şeyi -eğer varsa- göremiyor ve bilemiyoruz fakat canlı bir beden gördüğümüzde, onun bir ruha sahip olduğunu söylüyoruz. Gözle gördüğümüze inanma meylimiz ve zaafımız var.


+Soyut (aşk) olmadan somut birleşme (seks) sunî kalmaktan ibarettir diyorsun yani. 

-Ölü beden gibidir...

12 Mart 2012 Pazartesi

Gıcırtı


Gıcırdıyor arkadaşım!
Ne yaparsan yap, gıcırdıyor.
Yalnız başına,
Sen de dönsen milyarlarca yıl
Maşuğunun etrafında,
Sen de gıcırdarsın dünya gibi... 

29 Ocak 2012 Pazar

Bir gün gelir, bir gün kalır...


Bir gün gelir, bir gün kalır;
Ve sen bakarsın güneşe son defa.
Yollarda yürürsün, aklın başında olmadan.
Özlediklerini özlemeye devam edersin son gününde...

Bir gün gelir, bir gün kalır;
Ve duymadığın o kadar çok kelime vardır ki,
Seslerin sessizliğini yine anlayamazsın, yine bilemez...
Kelimelerin gücünün bir yere kadar yettiğinin farkına varamazsın.

Bir gün gelir, bir gün kalır;
Karanlık çökmeden ölüm gelir koynuna.
Pişmanlıkların için, pişmanlık duyarsın;
Sen dünü yaşarken bugün toprakla barışırsın,
Geriye kalanlara hala küsken...

29 Kasım 2011 Salı

Malız Biz!

( Bu konuşmalar tamamıyla gerçek konuşmalardır, hepsi geyik anında çıkmıştır... Karakterler (D)Dilvin, (S)Soykan ve (E)Eştensel Günlük'tür. Soykan ve Dilvin sevgilidir, Eştensel Günlük ilişkilerindeki 3. şahsiyettir...


E : Abi dedemin çocukları diye bi film çıkmış ona gitsek ya herkes ağlıyormuş falan.
D : Dedemin çocukları biz oluyoruz lan! Filmin adı o değildir. (ps1: Dedemizin çocuğu biz olmuyoruz!)
E : Yok lan dedemin insanları!
D : Dedesi Tanrı mıymış?
S : Yok Egeliymiş...
E : Aynı şey lan, burası İyonya oğlum ne Tanrılar doğurdu bu topraklar Zeus, Herkül, Thor hepsi bu toprağın mahsülü...
(ps2: malız biz!)

--------------------------------------------------------------------------------------

S : Abi Jenga oynasak ya.
E : Yok abi oynamayalım, tavla mavla daha iyi gider şimdi.
D : Neden ki?
E : En son biz oynamıştık, kutuya dizerken bi sonraki oynayacak olana götlük olsun diye yanlış dizdik.
S : Haa! Biz senden sonra oynadık...
D : Yine bozuk dizmiştik...

Sonuç: İlk el için dizilmek üzere götümüzde patlayan jenga tahtaları)

-----------------------------------------------------------------------------------------


(Telefon konuşması)
D: Aşkım uyandın mı?
E : Dilvin salak mısın beni arıyorsun!
D : Off yaa, Soykan'ı uyandıramıyorum.
E : Beni ararsan uyanmaz elbette...
D : Kapat telefonu sınava gircem ben!

--------------------------------------------------------------------------------------------

(Telefon konuşması, Dilvin'le Soykan birlikte, ben evimde...)

S: Abi biz bir konuda münakaşaya varamadık, seni aradık...
E ve D aynı anda: Münakaşa edip, mutabakata varılmadı herhalde...
S : Bi baskı kurmayın üstümde!

---------------------------------------------------------------------------------------------

D : Geçen gün ikimiz birden düzelttik ya Soykan'ın dediklerini bozulmuş bize...
E : Bozulmayan Soykan istiyoruz!
S : Yok yeaaa bozulmadım aslında... (Küçük emrah tonlamasıyla)
E : Mesela ben sesilya (Cecilia Bartoli) diye okurdum, Bay X beni düzeltti meğer çeçilya diye okunurmuş, bozulmanın aksine sevindim...

S: Başka neleri düzeltti. (Ps: Laf sokmanın verdiği yavşak gülümsemeyle birlikte)
E : Geriye neyim kaldıysa hepsini bozdu Soykan...
D : Aşkım eğer üç kere daha kapak yaparsa tabak alalım olur mu?

15 Kasım 2011 Salı

Ben öyle işte

Ben öylesine yorgun ki,
En ufak aşk ihtimalinden kaçar...
Aptal bahaneler uydur,
Sırf yalnızlığımla yalnız kalmak için,
İnsanlar inanmadılar ancak, anlamadılar da.

Ben öylesine yorgun ki,
Gördüğümde nefessiz kalsam da seni,
Aşka yeni düşmektense, senin için değil!
Yalnızlığımla birlikte yorgunluğuma ağlar.

Ben öylesine yorgun ki,
Şiirlere kafiye uydurmakla uğraşmaz,
Arkadaşlıkları kurtarmak için boğuşmaz,
Sana dokunamaz...

Ben öylesine yorgun ki,
Ben öylesine,
Ben öyle...
Yorgun
ki,
Dinlenmek için ölümü bekler...

Ben öylesine yorgun ki,
Sana sarılma ihtimalini dışlar,
Uykuya dalarım...

Ben öyle işte...

13 Kasım 2011 Pazar

Öylesine...

Hiçbir yazımı yazarken "Bu yazım birine ders versin" ya da "Bilmem kimin hayatına dokunsun" mantığıyla yazmıyorum. Bir şekilde okuyan okuyor, bir şekilde beğenen beğeniyor, beğenmeyen de ses etmiyor. Beğenmeyenin ses etmemesinin sebebi de, bu yazıların hepsinin kişisel yazılar olması. Bunu yapmayı bir şekilde sevdim ancak neyse ki, hayatta en büyük zevkim yazı yazmak değil.

Hayatta zevk aldığım şeyleri sorguladığım değişim bir dönemdeyim. Bugün çok sevdiğim sohbetinden keyif aldığım bir arkadaşımla oturduk; hayattan, yaşadıklarımızdan, şimdiki zamandan bahsettik. Geçmişteki ufak detayları irdeledik. Tek tek olmasa da, şuan ki düğümün sebebini bulmaya çalıştık. Yarı nükteli bir dille kaygılarımızdan konuştuk. Sonrasında oturup düşündüğüm zaman, fark ettim ki bir insan başkaları tarafından ne kadar nefessiz bırakılmışsa, baskılanmışsa veya ne kadar zorlanmışsa o kadar derine inebiliyor. Düşüncelerin her birini nefes tutmak gibi gördüğün zaman, denizin derinlerine inebilmek için geçmişinde biriktirdiğin çok fazla pratiğinin olması gerekiyor. Eğer hayatın boyunca zorlanmamışsan, nefesini tutamıyorsun ve düşünceler çerçevesinde sadece sığ bir bakış açısı geliştiriyorsun, bir nevi senin dalman ancak kelebek yüzme kadar dalış oluyor. Umursamayıp çıkıyorsun. Derinlere daldığında ise engin bir deniz, bambaşka bir yaşam bekliyor seni, bambaşka bir bakış açısı kazanmış oluyorsun. Fakat gördüklerini sığ dalışlarla yetinen insanlara anlatamıyorsun. Çünkü aynı dalışı kendisinin de yaptığını savunup, bunları göremediğini söylüyor. Sen de susmak zorunda kalıyorsun. Bu susmalar birikiyor elbette...

Susmak, etrafı daha çok incelemeyi getiriyor. Zamanında çok konuşmuş olmanın verdiği bir bıkkınlık oluyor üzerinde. İnsanlara bir şeyler ispatlamak zorunda kalmıyorsun. Çevremde konuşanları dinliyorum sık sık, bazen yan masadalar, bazen yolda bir süre aynı yönde yürüyoruz... Konuştuklarına itiraz edesim geliyor, yapmıyorum. Onlara göre konuştukları şeyler o kadar doğru ve ben o kadar yanlışım ki! Onların doğruları da bana o kadar sığ ve yayvan geliyor ki, bir o kadar yanlış... Eskiden olsa yapardım, onları da ikna etmeye çalışır, lafın orta belinden dalardım konuya. Şimdi sadece bırakıyorum, senin doğrun sana, benim doğrum bana...

Arkadaşımla konuşmam diyordum. Bugün benim için gerçekten de değerli bir gün bunun tek sebebi, sadece konuşmaktan zevk aldığım insanlarla konuşmak isteyeceğim veya istemeyeceğim konuları eğlenceli bir şekilde konuştum; konuşmayı hazetmediğim insanlarla konuşmak zorunda olduğum şeyleri konuşmadım.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Aynalar...

Aynaları pek sevmem. Çok mecbur kalmadıkça da bakmam. Dışarı çıkmadan önce ayna karşısında saatlerini geçirenlerden olmadım hiç. Nadir de olsa kendimi gördüğüm oluyor ancak.


 Öyle zamanlar geliyor ki, evdeki bütün aynaların üstünü örtüyorum. O kadar canım sıkılıyor ki, hayatı da görmek istemiyorum. Sürekli bir uyku, uyanıp tekrar uyku... Bir nefes alamama hali...

Öyle zamanlar geliyor ki, salt karanlığı, yok oluşu istiyor insan... İnananlara imreniyor, öldüklerinde cennet veya cehennemleri var diye. Sıkıştıklarında anlamını bile bilmedikleri kelimeleri mırıldanarak huzur bulabiliyorlar diye...

Öyle zamanlar geliyor ki, dostlarını özlüyor insan... Zamanında dost dediklerini, araya giren ayrı yaşamlarla, ayrı insanlar olduklarını bilmedikleri, boş teranelerden lafladıkları dostlarını...

Öyle zamanlar geliyor ki, kendini özlüyor insan be arkadaşım, eskiden daha yakın olduğu kendini ve işte öyle zamanlarda bir ayna yetiyor ağlamaya...


9 Kasım 2011 Çarşamba

Yarım

Yarım,
Kaldığında o aşk;
Yarım,
Başka bir bedende kaldı.

Yarım,
Başkasına aşka düştüğünde yine;
Yarım,
Diğer yarısını özledi, bir daha yarım kalırken...

Şimdi bende bir ben var,
Ufak bir nokta kadar,
O da yarım nafile...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Kellik başa bela!

FLOW
Saçlarım oldum olası bir sorun olmuştur hayatım boyunca! Eskiden aşırı gür olmasından şimdi de prekel (kel olacakmış gibi duran bir yarı kel kafa! ) olmamdan kaynaklı sorunlar bunlar. Yakın arkadaşlarımın hemen hepsi bilir ki ben ağır bir berber fetişistiyim. O koltukta oturduğum zaman hiçbir telefon cevaplanmaz, tek kelime konuşulamaz, hele de berber hafiften dayıyorsa, ben ki o sürekli konuşan herif kekeme olup çıkarım... Bu yüzden eski sevgililerimden bazılarının berbere gitmemi yasaklamışlığı vardır. Benim de boşalamadığım bir  çok kez berber düşünmüşlüğüm vardır. Çocukken bile babamdan zorla para isteyip berbere giderdim o derece abuk bir şey! Sebebini hala çözebilmiş değilim. Bilinç altıma sokayım!

Ne yazık ki bir zamanlar ara makas atmadan kesemedikleri gür saçlarım artık yok! Gitti gidiyor ve hızla bu dökülme durdurulamaz şekilde ilerliyor. Şu an ki halimi üniversite üçüncü sınıfta aldım diyebilirim aslında, antidepresanları bi bıraktım, fışk diye saçlarımın yarısı dökülüverdi. Bir sürü saçkıran çıktı geçti, çıktı geçti... Saçkıran denen olay da garip böyle tavuk götü gibi açılıveriyor kafanızın bir kısmı yaklaşık para büyüklüğünde sıkıntınız neyse o geçene kadar da geçmiyor. Yurdum insanı berber önerip, sarımsak sürmek, kafama jilet attırmak gibi parlak fikirlerle gelip duruyor. Bir de "Benim amcamın oğluna da aynı şeyler olmuştu o sarımsakla geçirdi!" tribi beni benden alıyor. Şimdi de kafamın arkasında ufak bir saçkıran var. Merak edenlere, "oraya ne oldu?" diye soranlara sesleniyorum! Evde Matrixçilik oynuyorum ben! Kafama sokup sokup çıkartıyorum!

En fitil olduğum mevzu da, benim kellikle herhangi bir sorunum yokken, ben haricinde herkesin bu konuya acayip şekilde takmış olması, annemin krep yaparken "uç uç kel oğlan annen sana bioxcin alacak" şeklinde şarkı söylemesi mi dersin, teyzemin "kel oğlum, keleş oğlum; Sinirlendiğinde de AKP ampulü oğlum" diye sevmesi mi dersin, laf sokmak isteyenlerin çok orijinal bir yerden vuruduğunu sanıp "keltoş" diye bağırması mı dersin...Ha bir de vizontele espirisi var ki beni benden alıyor! "bi şampuan çıkmış kıçına sürüyormuşsun ordakileri döküp kafanda çıkartıyormuş kıvırcık mıvırcık idare edersin artık!" Ulan puşt ne biliyorsun benim kıçımdaki kılın kıvırcık olduğunu ya da kıçımda kıl olup olmadığını! Orijinal ol be, laf sokacaksan bile adam akıllı bi şey söyle, annem ve teyzem bile sizlerden daha yaratıcı! Bir de "ektirirsin geçer"ciler var. Verin parasını sırf sizin için ektiricem! Benim kellikle bir sorunum yok! Toplum baskısı kurbanı oluyorum! Yirmi beş yaşında adamın saçları dökülür müymüş, babamda benden çok saç varmış, bilmem neymiş...

Annem ve teyzemi ayrı tutuyorum ancak demedi demeyin, bundan sonra kelliğimle ilgili tek laf söyleyene kafam girsin! Kızdım artık!


17 Ekim 2011 Pazartesi

Yasaklar, zamlar ve elden giden özgürlükler...

Günümüz hükümeti sigara ve alkol için yaptıkları baskıların gençlere  faydalı olduğunu düşünseler de yanılıyorlar. Bunca yasaklar, engellemeler, hiçbir yerde içemezsinizler... Farkındayım, zihniyetiniz yasaklara göre işliyor fakat yasaklar sadece insanları daha sapkın yollara savurmaktan öte hiçbir şey yapmıyor.  Yapılan zamlar da aynı şekilde...

Önce yasakları ele alalım. Her yasak kendi isyancısını doğurur. Siz Beyoğlu'nda oturmayın dersiniz insanlar ayakta içerler, siz sigara içmek yasak dersiniz bundan tek kazanan zabıtalar olur, en baba rüşveti onlar yer...
Alkol kullanan insanlara canavar gözüyle bakarsınız, nasıl bir cehennemin zebanisi olduğunuzun farkına bile varmazsınız...

Siz sanıyor musunuz ki zam yaptığınızda gençler alkol tüketmeyecek? İstatistikleriniz sizlere bunun doğru olduğunu söyleyebilir, ben de bunu onaylayabilirim. Hatta diyebilirim ki, daha ucuz sarhoş olmak, kafayı bulmak varken neden alkolle uğraşsınlar ki? Gençleri uyuşturucuya itmekten başka nedir ki bu yapılan zam ve yasaklamalar? Gerçekten de uyuşturucu bulmanın çok zor bir şey olduğunu mu sanıyorsunuz? Sanırım biz aynı dünyada yaşamıyoruz...

Peki ya sigara... Onun yerine yurtdışından kaçak yollarla gelen tütünler var. Şimdilerde bütün gençlerin kullandığı, daha sağlıksız ancak ucuz ve nikotin ihtiyacını karşılayan bir şey. Ve siz sanıyor musunuz ki yasaklarınız harfiyen uygulanıyor? Güldürmeyiniz bizi lütfen... Dogmalarınız sizin, düşünme ve özgür yaşama hakkımız bizim olsun. Bu bizlere yeter.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sıkılhan...

Sizler bu yazıyı okurken belki sıkılacaksınız ve büyük ihtimalle ben de yazarken sıkılacağım ancak yazsan olmuyor yazmasan olmaz durumu mevcut. Yazmazsam daha beter sıkılacağım. Yapacak hiçbir şey yok. Askerlik yapmadığımdan dolayı iş yok. Bomboş oturmaktan öte başka bir şey de yok...

Sıkılıyorum uzun lafın kısası. Aslında beni sıkan bu gündelik telaşelerden ziyade, Türkiye'de, geleceği belli olmayan bir durumda kalmış olmak. Bir gün aşık olmak yasaklanacak, öteki gün sevmek parayla olacak, ona da zam üstüne zam yapacaklar... İşte o gün geldiğinde hepiniz boku yiyeceksiniz. Ben biraz daha şanslıyım. Duygularımı aldırdığımdan beri kimseye karşı hiçbir heyecan falan hissetmiyorum. Hiçbir şey beni heyecanlandırmıyor, hiçbir seks, hiçbir beden... Aşık olmak bir yana, sevemiyorum bile. Hani insan birinin yanında kendini güvende hisseder ya, o durum da yok artık bende. Sürekli bir diken üstünde oturma hali. Ancak azimle deniyorum, azimle yeni birileriyle tanışıyorum oturuyorum, aynı tanışma cümlelerini kuruyorum, hayatıma dair belli başlı bahsetmem gerektiği kadarını bahsediyorum. Ardından olursa gidip seks yapıyoruz, daha sonra onlar üç beş kere daha arıyorlar fakat telefonlarına cevap bulamadıkça arama oranları da düşüyor ve yok olup gidiyorlar. Belli bir süre sonra kimseyle görüşmeye falan da gitmeyeceğim anladığım üzere, psikolojide buna "öğrenilmiş çaresizlik" diyorlar... Komik  değil mi?

Hissetmemekten sıkılıyorum belki de, hissedememekten. "Yıllarca ne oldu da ben böyle hissizleştim?" diye sorduğumda kendime, cevap bile bulamıyorum. Hani desem ki, eski aşklarım beni çok yıprattı, örseledi dağıttı falan... Tamam kabul edilebilir bir durum fakat onlara dair de herhangi bir şey hissetmiyorum ki! Hani onların acısı falan olsa kenarda köşede diyeceğim ki en azından bi aşk acım var o yüzden olmuyor.... yok anam bacım bomboş...

Sakinliğim de korkutuyor beni. Uyandıktan sonra "bugün sıkılmamak için ne yapsam?" diyorum ve uyuyana kadar bu soruya cevap ararken sıkılmış bir halde buluyorum kendimi. Kendimden sıkılıyorum billahi, eskiden gülerdim falan, eğleniyor numarası yapardım. O mutluluk oyunundan falan da sıkıldım. Etrafımda trajik hikayeler yaşamışçasına aşklarını anlatan insanlardan da sıkıldım, sürekli şikayet edenlerden de sıkıldım, sürekli sıkıldım demekten daha çok sıkıldım....
Sıkılhan olsaydım daha az sıkılırdım...

Ölmek yaşamaktan daha mı heyecanlı ki? pıfff ölmek de sıkıcı...



12 Ekim 2011 Çarşamba

Unutmak Üzerine

"Ayrılık da sevdaya dahil" dediğinde Atilla, belki de çekinmişti "Unutmak da sevdaya dahil" demeye. Unutmak, ayrılık kadar acı barındırmaz çünkü içinde. Daha doğrusu barındırdığı hüznü sezmek zordur, unuttuğumuz için.
Bir zamanlar savrulduğum, hayatımı darmadağın eden insanları ancak ve ancak yeniden topladığım hayatımda yer alacak insanlara ön yargı zırhı geliştirirken kullanıyorum. Ön yargı denen olayın insanlığın en büyük zaaflarından biri olduğunu bildiğim halde kurtulamıyorum. Bir çoğumuz inkar etse de sigara bağımlılığı gibidir ön yargılar.

İnsan süzgeci unuttuklarımızla örülüp, unuttuklarımızla delik deşik olur hep. Onlar belirler kimin elekten geçeceğini, kimin atılacağını. Şu an içinde dönüp arkanıza bakın; gün içerisinde, hafta içerisinde, aylar, yıllar içerisinde hayat denen kargaşada savrulurken kaç kişi vardır hayatımıza dokunmuş(tokat atmış, sadece durup bakmış, içine sıçmış) olan? Şimdi hatırladınız belki, isimleri yoktu belki, sadece görüntü şeklindeydi hatta... İşte o insan, o dönem içerisinde, hayatın cetvelinde kaçıncı milimetrede hayatımızdaki değerini yitirdi? Aniden mi oldu bütün bu olanlar, yoksa bir dalganın yavaş yavaş götürmesi gibi miydi?

Unutmayalım ki şu an sevdiklerimizin bir kısmını da unutacağız, çok azını bir sonraki devinimimizde yanımızda taşıyacağız ve yeni insanları unutmak için seveceğiz...

Senin gibi


Senin gibi bakmadı gözleri,
Senin gibi tutmadı ellerimi,
Senin gibi dokunmadı bana,
Senin gibi sarılmadı,
Senin gibi güzel de gülmedi...
Bunların hepsini belki senden çok daha iyi yapabilirdi;
Zira ben,
Sevemedim onu, seni sevdiğim gibi.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Hepsi o...

İçim içime sığmıyor terimi aslında mutluluk için kullanılır, bilirim. Ancak benim içimin içine sığmaması genelde ruhumun bana fazla gelmesinden kaynaklanır. İnsanların içleri içine sığmadığında ruhları dışarı fışkırır bunu da bilirim. Bende durum biraz daha farklı ilerliyor, benim ruhum ayaklarımdan yere dökülüyor. Çok nadir olur bu bana. İçimin içime sığmadığı durum... İçerim içerim, arkadaşlarımla birlikteyimdir eğlenirim, gülerim sızarım, geçer. Ancak bazen öyle bir an gelir ki, kendimi öldürmek için içerim. İşte o anlarda yazı yazdığımda içim içime sığmıyor demektir, ruhum ayaklarımdan aşağıya akıyor demektir...

Herkesin bir ilk aşk klişesi vardır, onu da bilirim. İlk aşk ömür boyu hatırlanır mı onu kestiremiyorum sadece. Üstünden yıllar, yıllar geçse de ben hala içip hüzünlendiğimde onu hatırlıyorum. O bu yazdıklarımı görse, egolarını tatmin edip başkalarına gösterip, bakın işte bana bu kadar aşık bir herif var diyecektir- ki yapmışlığı da vardır çokça kere...- Yazdıklarımla dalga geçecektir, hislerimi umursamayacaktır, belki de yazdıklarımı görse ilk aşkını hatırlayacaktır... Ancak bilemeyecektir ki onu kimse ben gbi sevmeyecek, kimse ben gibi putlaştırmayacak, kimsenin yıllar sonra ağlama sebebi olmayacak vesaire...

Güneş doğarken, benim kafam yüksek, ruhum alçakken eski dünyayı hatırlamışken... Ben güneşten nefret ettiğim için gece uyanık kalırken, ona zamanında güneşim dediğimden, her güneş doğması onu hatırlattığıından... Bir sürü zırva dolaşırken aklımda büyürken öğrendiğim en önemli şey şuydu, birini seversin, gerisini ona benzetmeye çalışırsın. Birini seversin, diğerleri gelip gider... Birini seversin, diğerleri sadece sende onu yaşatır... birini seversin, hepsi o olur, hepsi o...

28 Ağustos 2011 Pazar

türkü

Bir türkü içimi yaralayan,
Türkü bahane, türlü türlü acılarla yara şeklinde gezen insan...
Her insan en büyük acıyı çekerdi, bu bir klişeydi,
bir türküydü bütün bunları hatırlatan...
Aşk hakkında yazardı onlar, sevda hakkında...
Aşk acısı neydi ki yara şeklinde gezen insanın yanında...
Açık yara gibiydi insan.
Yarayken tuz serperdi diğer yaralara...
Yaralandıkça daha çok yaralardı...
Bir türküydü bunları bana hatırlatan...
Türkü belki saçmaydı, 
İnsanlar belki saçmaydı,
Yaralar gerçekti...

Sen.

Hayatımın yarısını uykuda geçirdim,
uyanık olduğum zamanların yarısını sarhoş,
Sarhoşluğumun hemen hepsini sen,
Seni aşk,
Aşkı sen...

Hayatımın çoğunda gülümsedim,
Gülümserken ağlıyordum,
Ağlarken düşündüğüm tek şey sen,
Ağlamak sen,
Sen ağlamak...

Hayatımın çoğunda fedakardım kendimi unutacak kadar,
Kendime geldiğim her dakikada Kalbimdeydin,
Kalbimin tek atma sebebiydin sen,
Kalbim sen,
Sen kalbim...

Hayatımın çoğunu eski günleri özleyerek geçirdim.
Geçmiş benim için önemliydi,
Seni geçmişte yaşadım çünkü ben,
Geçmiş sen,
Sen geçmiş...

Hayatımın çoğunu sana aşık olarak geçirdim.
Aşk bedene bürünmüştü sessizce,
Sessizlikte ruhum çığlık atardı hep SEN...
Aşk sen,
Ağlamak sen,
Kalp sen,
Geçmiş sen,
Ve korkarım hep sen...

Şiir parçası...

Çok fazlaydı, 
O ateşi hatırlıyorum. 
Çok fazla, çok büyük ve ufaktan başlayarak değil,
Aniden düşüvermişti içime.
Küçük anların toplamındaydı,
Sevişmeye gerek yoktu...
İşte o ateşi söndürmek için çok uğraştım.
Işıksız kaldım...
Aşksız kaldım...
Sana dönsem, sen olmayacaksın...

21 Ağustos 2011 Pazar

Ayıp aşk


bırakmak istediğimde seni, aşk yapıştı yakama....
bırakmak istediğimde seni, aşk "dur!" dedi "ne yapıyorsun?"
Aşk önyargılarını konuşturdu, ben dinledim.
kafam güzelken yazdığım her sözü yolladım sana. 
Yapmamalıydım biliyorum.
Aşk ayıptı bana... 
Seni seviğimi söylememeliydim biliyorum
Bırakmaklıydım. 
aşk işte tuttu beni sus dedi.
sustum çok şey söyleyerek...
arkadan çalarken müzik, sarhoşken ben...
Aşk girdi kanıma.
Aşk arttık ayıp değildi, bir çok ayıp olmaması gereken şey gibi...

9 Ağustos 2011 Salı

Hikayeden bir parça...



Ağladı dualar, ağladı sessizlik, ağladı sensizlik... Ağlarını ördüğünde kader -ki kaderin bir örümcek kadar başarılı olduğunu kimse iddia edemez- Sessizlik dolaşıyordu gökyüzünde... Bulutlar toplandı her yerde. Sanki gökyüzü, yer yüzüyle savaşıyordu. Bütün suyu kendinde saklıyordu gökyüzü.  Ağlasa barışacaklardı belki de... Olan arada kalanlara oldu. Bütün duyguları karıştı insanların, hayvanların, bitkilerin ve gözle görülmeyen bütün canlıların, Bütün arada kalmışların... Kendine çekti gökyüzü hepsini. Bir ağlasa, rahatlayacaktı, güneş tekrar yüzünü gösterecekti...
Kıskançlık zamanı geldiği zaman güneşi saklamak istedi bulutlarıyla... Güneş fazla aşık olmuştu yer yüzüne. Arada kalan gökyüzünü görmeden, bilmeden, görmezden gelerek. Katman katman geçmişti kavurmak için yeryüzünü... Herkes kutluyordu başlarda, ekinler çiçeklenmiş, insanlar mutlanmış, doğa ana analığı kadar kadınlığını hatırlamıştı. Gök yüzünü geçmişti katman katman haleler, kimse gökyüzünün farkında değildi. Herkes güneşe bakmaya çalışmıştı o günlerde. 
Çok kızdı buna, şimşekler yağdırıyordu kendi içinde. İnliyordu kocaman harflerle. İN-Lİ-YOR-DU... Nefes alamıyor, nefes aldırmıyordu. Çığlıklar atıyordu, dolmuştu, taşamıyordu. İçinde sakladı yeryüzündeki tüm suları. Bütün denizler çekildi, göller kurudu, barajlar boşaldı, çölde bir damla su vardıysa onu bile çekip aldı. 
Önce bitkiler isyan ettiler bu olana bitene. Kupkuru toprakta kalakalmışlardı. Havadaki nemi ememiyorlardı, kökleri boştu... Sonra hayvanlar isyan etmeye başladılar, her yere savruldular, çığlık çığlığa ortalığı birbirine kattılar... Sonra insanlar isyan ettiler. Kasvet yağıyordu, yağmur yağmıyordu... Bütün karanlıkla hepsi birbirine girmeye başladı, bir damla suya muhtaç kaldılar. Vücutlarından su gitmesin diye kendi atıklarını tükettiler... 
Bu böylece uzun günler boyunca devam etti. Gökyüzü bağırıyor, kızıyor, öfkeleniyor, rüzgarlar estiriyor, bulutları oradan oraya savuruyor, bir türlü içini dökemiyordu... İşte o anda bir adam, yalnızca bir adam gökyüzünün o haline aşık olmuştu. Sessizce yattı sararan çimlerde, izledi onu. Sonra kalktı ayağa ve seslendi, "Çok güzelsin" dedi, "hırçınsın, Ben sana böyle aşık oldum, öldüreceksen böyle kal sana aşkımdan öleyim..." 
O iniltiler arasında işitebildi gökyüzü... Seviliyordu, onun uğruna ölebilecek biri vardı. Bu kendi İkaros'u olabilirdi. Bir bulut indi aşağıya, "Seni yanıma alsam, benimle gelir misin?" dedi. Adam seve seve kabul etti. İşte o anda tutamadı kendini gökyüzü, bütün biriktirdiklerini dökülüverdi... Bu olurken bir yıldırım düştü adamın üstüne; Adam öldü, gökyüzüne karıştı... 
İnsanoğlu bu aşkı felaket diye andı, çok çabuk unuttu, onlar kavuşmuştu, gökten elma falan düşmedi...


6 Ağustos 2011 Cumartesi

Önsöz

(yazmaya başladığım hikayeye bir önsöz yazmak istedi canım ve yazdım. Şimdilik sadece önsöz var. Devamı ne kadar gelir ben de bilmiyorum. umarım beğenirsiniz. )


Önsöz


Birçok çocuğun aksine yarı şizofrenik bir çocukluğum olmadı. mesela bir hayali kahramanım yoktu. Onun yerine çoğunuzun hayal gücünün algılayamayacağı kadar geniş bir hayal gücüm vardı. İlk ve orta okul boyunca -ki bunlar daha sonradan birleştirilip ilköğretim oldu.- öğretmenlerimin hayal gücümü bastırmasına inatlaşmakla geçti. Ta ki o olaya kadar, o olay sonrasında kendimi kapatıp bir şekilde paylaşmadım kimseyle hayal gücümü. O olaydan sizlere bahsetmeyeceğim çünkü bana acımanızı vah vah, tüh tüh gibisinden laflar etmenizi istemiyorum. Çocukken benim hayal dünyamda yazdığım hikayelerin kahramanları olan köpeklerin soyisimleri vardı. Köpekler basit bir havlama yerine bir opera sanatçısı gibi şarkı söyleyebilirlerdi. Kendi dillerinde elbette. Biz insanlar bunları anlamazdık. Ya da ağaçların yaprakları sadece yeşil değildi rengarenkti fakat bu renkleri görebilmek için toprağı kazmanız gerekirdi çünkü ağaçların dalları aşağıya doğru büyürdü. Siz yukarı kısımda kalan ve elbette ki değişik renklerde olan kökleri dal sanıp şaşırırdınız. Böylece hiçbir ağacı meyve vermiyor sanıp taşlamanız da gerekmezdi. Sadece onların özüne inmeyi bilenler onların meyvelerini kullanabilirdi. Ve gayet tabii yağmur da su şeklinde yağmazdı. Eğer su olsaydı da rengarenk yağardı. Bu renkler binbir çeşitti. Fakat bu yağmur ancak yağmurdan ıslanmak isteyenleri ıslatırdı. Mesela yolda yürüyen bir adam gördüğünüzde, o adamın takım elbisesi hiçbir şekilde ıslanmamış olabilirdi. Adam yağmurun keyfinden ziyade elbisesini düşünüyorduysa o, onun sorunuydu.  Bütün bunların içinde geçtiği bir çok hikaye yazmıştım. "Kompozisyon" dersinde. Sürekli düşük notlar alıyordum. Nedenini merak edip öğretmenimin yanına gittiğimde kağıdımdaki her şeyin üstünün çizilmiş olduğunu görmüştüm. Köpeklerin soyisimleri olmazdı, soprano mırıldanmazlardı, ağaçlar yeşil olmak zorundaydı ve ters büyümezlerdi, yağmur elbette herkesi ıslatacaktı ve rengarenk yağması da neydi öyle! Renkli yağan tek yağmur ancak doğudan gelen ve içinde çamur barındıran bir yağmurdu ve sadece sarı olurdu, o yağdığı zaman da her taraf çamurlu olurdu. "MANTIKSAL HATALAR" demişti öğretmenim. Anlayamamıştım. Mantığı ne ki bu olayın, ben hayal gücümün diliyle yazmayıp, Türkçe yazmıştım. Sırf öğretmenim anlayabilsin diye... Anlayamamıştı. 
Daha sonraları üniversiteyi kazandığımda Kaderin oyunu şeklinde Türkçe Öğretmenliği okudum. İşte o zaman anlamıştım öğretmenlerimin neden kalıplar içerisinde yaşadığını. Çünkü o fakültelerde bizlere de kalıp olmayı ve çocukları belli kalıplarda yetiştirmemizi öğretiyorlardı. 
Şimdi mezun olsam da öğretmen olmayı ve kalıp olmayı tercih edemiyorum. İçim elvermiyor. Bildiklerimi öğretemeyeceğimin farkında olduğumdan dolayı yapamıyorum bunu. 
Çocukluk yıllarımdaki bu ve buna benzer yüzlerce örnek şeklinde; öğretmenlerimin, ailemin, arkadaşlarımın dolu bir valizin ağzını kapatıp kalıplara sığdırmaya çalışmasıyla geçti. Daha önce de söylediğim gibi "o olaydan" sonra ben kendim kapattım o valizi. Pek kimselere anlatmadım. Sustum daha ziyade. Sizler gibi olmaya çalıştım. Sürüden biri olmak için yıllarca antidepresanlar kullandım. Şimdi antidepresanları bırakıyorum ve sizin sürünüzde çoban kaval çaldığında bale yapan kuzular olmadığını görebiliyorum. Bu beni üzüyor, gerçekten üzüyor. Ancak bunu siz fark etmedikçe benim yapabileceğim pek bir şey yok. Aynı zamanda normalliğime dönebilmek için kullandığım o ilaçları bırakınca, hayal gücüm o valizi parçalayıverdi ve içindeki güzel düşler bir konfeti gibi dağılmaya başladı. 
Bu konfetileri düzenleyip, tozlu ve artık rengarenk olmayan düşlerimi yıkayıp delilikle dahilik arasındaki o ince çizgide hafiften kurumaya bırakacağım. Ve işte biraz sonra sizlerin okumaya başlayacağı öykü bu iplere asılı, yıllarca bir valizin içinde insanlara ayak uydurmak uğruna kapalı kalmış hayal gücümün bir örneğidir. Umarım keyif alırsınız...


(Önsözlerin kitap bitiminde yazıldığını da biliyorum! O kalıbı da öğretmişti öğretmenlerim. Onu da yazmıyorum. )

5 Ağustos 2011 Cuma

İnlemek üzerine...

     Dün gece o kadar çok başım ağrıyordu ki, hani derler ya "kafamda filler sikişiyooo yeaaa" diye, hah benimkinde sadece filler yoktu, Nuh'un gemisi gibiydi. İşte bu baş ağrısını atlatmanın en klişe yolunu tekrar ettim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.
     Bendeki baş ağrısı garip bir şeydir. İlaç alırım ama bir türlü geçme, masaj yaptırırım, ovdururum ıı ıh bana mısın demez. İşte o anda başlarım inlemeye. Bildiğin her nefes verişimde IIIIIHHHHHH şeklinde... Sonra bi bakarım her nefes verişimde bir nebze daha azalmaya başlamış. Hastayken de aynısını yaparım. İnlemek iyi gelir açıkçası, sihirli bir şekilde.
     İnlemek dürtüsel olarak bize verilmiş en büyük armağanlardan biri aslına bakılacak olursa. Burada inlemekten kastım, sevgilin seni terk ettiğinde "Berkcaoooöööaaannnnnn neden gittin yeaaaaa!" şeklinde inlemeden bahsetmiyorum. Kaldı ki bu zaten inlemek değil, bildiğin böğürmek.
     İnlemeden orgazm olduğunuz oldu mu hiç? Hafif hafif, sakin sakin insanın ruhuna işleyen inlemeler... Sanki Orgazmı tamamlayan bir parça. Eksik kalır o olmazsa.
     Ya da uzun zamandır yemediğiniz çikolata! Mis gibi bir yemek! Hele hele öğrenci evinden dönmüşseniz annenizin yaptığı bir yemek. Ağzınızda hafif hafif dağılır veee işte inleme!
     Bence bu inleme işini Japonlar keşfedeli binlerce yıl oluyor, bağdaş kurdun, konsantre oldun veeee işte inleme!
      İnlemeden olmuyor arkadaşım. Ama tadında yapın, sevin inlemeyi, öpün, koklayın. Tamam lan abarttım biliyorum. Ama baş ağrımı geçiren mucizevi inlemeye armağan ediyorum bu yazıyı. İyi ki inleyebiliyoruz...


1 Ağustos 2011 Pazartesi

Aşık ve O...

İnsanlar...

İşte o zor yaratık -ki yaratıldığı günden bugüne günahkar olan- sevgi konusunda binlerce yıldır konuşuyordu. Susmuyordu bir türlü. Yüz binlerce cümle içerisinde aşk, sevgi, sevda sözcüğü olan... Allah aşkı, yaren aşkı, doğa aşkı... Ne çok aşk var bu dünyada diye sevinmişti. Gözleri dolmuştu hatta ilk gördüğünde insanlık geçmişini. Bu kadar çok sevgi nasıl sığardı kalplere anlayamıyordu. Dimağında onlarca soru vardı. Bir gün aşıklardan biriyle sohbete oturdu. 

O: Bu evren ne kadar çok sevgiyle dolu böyle, ne kadar güzel...

Aşık: (hafiften gülümser.) İnsan sevgiden çok nefretle doludur. Her sevgi bir gün nefrete döner. 

O: Fakat her aşık güzel bahsediyor sevdiğinden.

Aşık: Güzeldir elbet, seviyorsan güzeldir.

O: Tamam işte ben de bundan bahsediyorum.

Aşık: Anlamadığın nokta şudur ki, kimse kendini seveni sevmez, herkesin başka bir aşığı vardır.

O: Kafam karıştı.

Aşık: Ben birine aşığım, o başkasına, onun sevdiği başkasına...

O: Bu zincir bir yerde kırılmaz mı hiç?

Aşık: Kırılır elbet. Karşılıklı sevdalar da vardır. Ancak herkes öldürür sevdiğini demiş yazar...

O: Seviyorsa neden öldürür ki insan birbirini?

Aşık: Alışkın değiliz çünkü insan olarak paylaşmaya. Mayamızda yok bu.

O: İnsan sevdiğini hapseder mi ki?

Aşık: İnsan severse hapseder. Çembere alır sevdiğini. İşte o zaman yok olur yavaş yavaş, ateş içindeki akrep misali...

O: Peki neden aşklar nefrete dönüşür?

Aşık: Bembeyazdır aşk, tülden rüya gibi bir bulut. En ufak bir karaltı yavaş yavaş ilmek ilmek işler o beyaza. Anlamazsın başta. Sonra bir bakmışsın her yer kapkaranlık oluvermiş. Beyaz bir gülü haftalarca siyah mürekkepte bekletmiş gibi...

O: Anladım galiba, peki Allah aşkı? O da mı saf değil?

Aşık: En tehlikelisidir aşkların arasında, hangisi gerçek bilemezsin çünkü.

O: Allah bilir fakat değil mi?

Aşık: Bilmem...

O: Peki neden insanlar bu kadar çok aşktan bahsediyor, madem ki durum bu kadar vahim?

Aşık: Aşk dilde sakız, kalpte yara, gözde yaş, ruhta dolaştır...

O: Çoğu boş laf yani...

Aşık: Elbette boş laf, hangi aşk anlatılabilir ki? 

O: Kelimeler yetmiyor mu?

Aşık: İnsan yetemezken kelime nasıl yetsin ki?

Sonra anladı, yazılanların, söylenenlerin aslında boş olduğunu. Bütün aşk kelimelerinin siyah bir lekeden ibaret olduğunu. Vazgeçti, gitti...